Uyandı.
Bir
yabancılaşma ânı.. Dün ne olmuştu? Bugün ne olacaktı? Neredeydi? Nasıl
yaşanıyordu? Bir süre bunlar geçti kafasından..sonra bir bir hatırladı..en
azından bu sorulara verebileceği olası yanıtları, kötü hissetti. Kötü
kokuyordu. Kalktı, başı döndü, bir yere tutunup pencereyi açtı. Temiz havayı
içine çekmeye çalıştı fakat şehir daha da kötü kokuyordu, ciğerlerinin
yandığını hissetti. Mutfağa yürüdü, dolabı açıp vodka şişesindeki suyu ağzına
dayadı, şişeyi yarıladı, boğazı acıdı, kalan suyu bir bardağa koyup salona
geçti. Koltuğa oturdu ağır hareketlerle, önünde serili her şeyin tek ortak
özelliğinin yarım olmaları durumu sinirini bozdu. Elini yandaki sehpaya uzatıp
kafasını çevirmeden, büyük bir alışkanlıkmışçasına ilaç şişesini aldı, ağzına
bir tane atıp bardaktaki suyu bitirdi. Önündeki yarım kalanlardan tütünü seçti;
küllükteki yarım tütünü alıp yaktı, bir nefes çekip söndürdü. Vazgeçti. O ân
önündeki her şeyden, bulunduğu yerden, eylemsizlik hâlinden.. vazgeçti. Kalktı;
bedeninin kaldırabileceğinden daha atik bir hareketti bu kalkış, başı döndü,
aldırmadı. Emin adımlarla mutfağa yürüyüp büyük boy çöp poşeti rulosundan siyah
bir çöp poşeti kopardı. Salona yürüdü, sehpanın üzerindekilere baktı: kötü
kokuyordu, her şey. Masanın üzerinde yarım ne varsa hepsini elindeki çöp
poşetine attı: yarısı yenmiş çikolata, yarısı içilmiş sigaralarla dolu küllük,
yarısı yenmiş makarna, yarısı yarım kalmış bir öyküyle doldurulmuş kağıt,
yarısı tükenmiş silgi yarısı tükenmiş tükenebilir kurşun kalem. Yarısı boş
şarap bardağını da alıp tabaklarla beraber mutfağa götürdü. Yıkamaya başladı,
kötü kokuyordu, daha fazla cam açması gerekti, mutfağınkini de açtı, ayakları
üşüdü. Mutfağı temizledikten sonra salona geçti, elindeki bezle ortadaki
sehpayı sildi, artık üzerinde yarım kalmış hiçbir şey yoktu. İçi biraz olsun
rahatlamaya başlamıştı, koltuğun üzerindeki battaniyeyi aldı, camı açtı,
silkeledi, camı açık bıraktı. Banyoya koştu, sonra sabah olalı beri ilk defa
aynada kendisiyle göz göze geldi, berbat görünüyordu. Aynaya bakınca kendini
sevmediğini düşündü, bununla gurur duydu. Üzerindekileri bir bütün olarak
çıkarıp çamaşır sepetine attı. Duşa girdi. Yıkanırken bedeninin yorgunluğunu
daha da ağır hissetmeye başlamıştı, bu durum daha da sinirini bozdu. Yine
yüksek sesle konuşmaya başladı:
Ne
yapıyorum ki ben bu hayatta? Ne bir kavgam ne bir sevdam var.. Kendime verdiğim sözleri tutmuyor, insan
ilişkilerinden kaçıyorum. Kabuğuma çekiliyorum hep. Kabuğuma çekiliyor olmaktan
mutluymuşum gibi davranıyorum çevremdekilere. Ama ben o kabuğun içinde kendimle
bile anlaşamıyorum. İnadına vuruyorum duvarlarıma, ama yıkamıyorum.
Yoruluyorum. Ya biri gelip yıkacak bu duvarları, ya da gizli bir tünel
bulacağım ve beni geride bırakarak kaçıp gideceğim. Ay! Lanet soğuk fayans. Gerçeklikle
karşılaşma ânı yaşadı, utandı, yaşadığına.. Duşa girmek iyi gelmemişti,
kendisiyle konuşacak vakit bulmak iyi gelmiyordu.
Duştan
çıkınca bir soğuk sardı etrafını, teker teker camları kapattı, tekrar banyoya
gidip dişlerini fırçaladı, neyseki dişlerini fırçalarken konuşamıyordu. Odasına
geçti, üzerini giymeye başladı. Mor sütyenini seçti çekmeceden, ince beyaz bir
bluz giydi üstüne, koyu renk kotunu çamaşırlıktan aldı, yeni yıkanan
kıyafetlerin içine girme ânı, tam da ihtiyacım olan şey (!).. Yeşil yün
hırkasını geçirdi sırtına, saçlarını taradı, biraz göz kalemi.. Bornozunu banyo
kapısının arkasına astıktan sonra salona geçti, her yeri derli toplu görmek iyi
geldi, hayatını düzene sokmayı evinden başlatıyordu. Portmantodan çantasını
aldı, telefonunu çantasının içine attı, kapı girişine bıraktığı çöp torbasını
alıp evden çıktı, iki kez kilitledi kapıyı. Sokaklara akşam çökmeye
başlamıştı.. Elindeki çöp torbasını konteynıra attı, ana caddeye çıkıp banka
ATM'sinin önünde durdu, Evet, işte bu! Tam zamanında. Son yaptığı
tashihin parası yatırılmıştı, bir kısmını çekti, yürümeye devam etti.
Birkaç
kitapçı dolaştı, bir iki albüm satın aldı... İyice kararmıştı hava, ara
sokaklardan birine girip köşeyi döndü, mekâna girip iki kişilik masalara baktı
sonra vazgeçti, gidip bar kenarına oturdu. Canı rakı içmek istedi, şişe bira
sipariş etti.
Dünkü
konuşmalar geçti aklından. Aldatılmak?
İhanet? Doğru sözcükleri bulamıyordu. Fakat ağır geliyordu. İnancını
yitirmesine sebep olmuştu. Zaten yitmeye
meyilliydi. Daha fazlasını yitirmek istemediğini düşündü tekrar. Nasıl toparlanacaktı gibi sorular sormak
istemiyordu kendine. Öylesi ağır geliyordu. Bira şişesinin üzerindeki kağıtla oynamaya
başladı. İlk kez kapılmıştı. Duvarlarını yıkabileceğini düşünmüştü. Fakat bu kez farklı sonuçlandı.
Biranın
markasını küllüğe attı. Tütün kesesinden filtresini çıkartıp dudağının kenarına
yerleştirdi. Tütünü sararken çevresini izlemeye başladı. Uyandığından beri ilk
kez başka insanların ayırdına varmıştı. Bu
çevrede herkes kendini Hikmet zannediyor. Bense Lahzen. Ama hiçbirimiz onlar
değiliz, sahte bir deliriş bizimki diye düşündü. Bir sahne seçiyoruz kendimize, debelenip duruyoruz üzerinde.
Sigarasını yaktı.
Kimileri intikam almak ister, kimileri özgüvenini
yitirir, kimileri güvenini. Fakat tüm bunların
öyküyü devam ettireceğini biliyordu. O ise bitirmek istiyordu.
Birasını
yarım bırakıp kalktı masadan. Bugün yarım bırakmak için son bir şansı kalmıştı,
onu da kullandı. Sokağı bitirip caddeye çıktı, geniş ara sokaklardan birini
görene dek yürüdü. Bir mekânın içinden geçerek diğerine çıktı. Cam kenarında
bir masaya oturdu. Peynir, patlıcan, kavun bir de 20lik sipariş etti. Şimdi
kendini dinlemeye değil çevresine odaklanmaya karar verdi. Müziğin sözlerini
anlayabilmeyi umdu, Rumca öğrenmeyi hep istemişti ama istediği birçok şey gibi
ileride “hep istemişimdir.” diyecekleri listesindeydi. Çevresine baktı. Ne
gördüyse yazmaya başladı. Yan masadaki çift, orta masadaki arkadaş
grubu...hikâyelerini tahmin etmeye, tıkandığı yerde de hikâyeler biçmeye
başladı. Kafasında onca hikâye arasında kendisininki unuttu.
Unutmayı
başarmıştı, bir öykü ancak unutulduğu vakit biterdi, biliyordu. Unutturdu.