5 Kasım 2020 Perşembe

Oluş

Bir şeyler olmakta sıcacık

Dışarıda sarı güneşin altında

Dalgalanan ağaçların varlığı

Bilinçsiz boşluklarımı yavaş yavaş

Doldurmakta



Sadece kaptırıp bütün oluş'umu

Bir melodiye

Yol ortalarında koşup dizlerimi

kanatmayı arzuluyorum

Ufak bir macera,kaçış tüm oluş'lardan


Kendime yama yapıyorum tüm şefkatleri

Kaybolduğum haritalardaki 'şimdi buradasınız' noktasını

büyük bir heyecanla işaretliyorum 

Olamadığım her yere bir heykelim yapılsa

İçimde kalmışlıklara

ve tüm oluş'larıma adadığım








16 Nisan 2020 Perşembe

Ankara KısaÖyküleri-I

Uzun yıllar sonra... Ankara. Yorucu bir günün ardından eve dönmek gibi. Sokakların hepsi birbirine benziyor, insanların yüzleri görünmüyor ama paltoları ve yürüme tempoları birbirine benziyor. Bense uzun yıllar sonra dönmüş olmanın heyecan verici dinginliğiyle öyle yavaş yürüyorum ki! Ama bu şehirde kimsenin o kadar acelesi yok. Ne biri omzuma çarpıyor ne de yanımdan geçerken söyleniyor. Bu şehirde her şey vaktinde işliyor. Ne erken ne de geç. Ne aceleci ne de rahat... Her şey rayında giderken ben ne yapacağımı bilmeden yürüyorum sokakta. Tuhaf bir şehir burası. Hem evim gibi güvendeyim. Hem de devletin varlığı sinmiş sanki sokakların kuytularına, öyle bir tekinsizlik var.
Bir misafirhanenin kapısından giriyorum. Baharın gelmesine daha var. Sokaklarını özlemiş olsam da soğuğu pek misafirperver davranmıyor şehrin. Lobi yok, içeri yürüyorum, oturma odasına benzer küçük bir odada bir masa ve masanın başında bir adam. Üç-dört günlüğüne bir oda istiyorum. 
"Ev bakacağım, biraz daha uzayabilir, sorun olmaz değil mi?"
"Yok, önümüzdeki haftalar rahatız. Sonra sendikanın kongreleri başlar, o zaman dolar buralar."
"Tamam, sağ olun. O kadar kalmam, umuyorum."
"Ankara'da yeni misiniz?"
"Değilim aslında ama... Uzun zaman sonra eve döndüm diyelim."
"Seveninden misiniz yoksa söveninden mi peki?"
"Seveninden. Kendisinden umutluyum, bu kez kalıcı olacağım."
"Ankara bir baba gibidir. Ondan anaç bir tavırla size kollarını açmasını beklemeyin. Sevgisini nasıl göstereceğini pek bilmez. Ama her zaman siz sırtınızı yaslayabilesiniz diye oradadır." 
Cevap vermedim. Sadece gülümsedim, anahtarı alıp yukarı çıktım. Manzarası çok güzel odanın. Atakule görünüyor, sonra yeşillik. Bir de Ankara'nın gri bulutları.
Bavulumu açıp yerleşiyorum. Sonra bilgisayarı açıp kiralık evlere bakmaya başlıyorum, sahibinden bulsam ne iyi olacak. "Bardacık Sok., ikiartıbir, iki balkon..."

11 Mart 2020 Çarşamba

Sandal mı? Deniz mi?

Melis'in bestesini dinleyerek başladım. Yıllar sonra ilk kez âşık oldu bizimki, pek sevimli. Şimdi de onun şarkıları arasında geziniyorum. Birlikte çaldığımız bir kayda denk geldim, dört yıl öncesiymiş. Enstrümana ilk başladığım sene, ilk çaldığım şarkı. Müzikal olarak kötü elbette. Ama beni gülümsetti dinleyince. Melis'i gülümsetir bir de. Siz pek sevmezsiniz.
Şimdi devam ediyorum Melis'in sesini dinlemeye. Çok tuhaf bir his. On yıl öncesine götürüyor. Ama on yıl boyu götürüyor sanki. O vakitlere dönerken hem bir özlem, hem bir endişe. Özlem o güne, endişem bugüne. İnsan henüz ömrünün onlu yaşlarındayken sanki bütün dünyanın yükü onun sırtındaymış gibi geliyor. Öyle sanıyorsun ama henüz âşık olmamışsın, öyle sanıyorsun ama henüz sarhoş olmamışsın, öyle sanıyorsun ama henüz gerçekten kırılmamış kalbin ve fark etmemişsin kalp kırıklığı nasıl bir boşluk açar insanın bedeninde. Bir de henüz tanımamışsın kendini. Kendin hakkında büyük cümleler kurarken sen, aslın boşlukta salınıp dünyayı izliyormuş gülümseyerek. Şimdi ise sen ve aslın sırt sırta vermiş sandığın ve yaptığın arasında, sandıkların ve yaptıkların arasında, sandıkların içinden fışkıran yaptıklarınla yüzleşmeye çabalıyorsunuz. İnsanlık tarihi kadar eski o duygularla, insanlık tarihi kadar eski o sorularla baş başa kalmışsın. Mutluluğun alıştığın, seni gülümseten, seni rahat ettiren o sandalda mı yoksa sandaldan atlayıp denize, dalgaların arasında debelendikten sonra vardığın kıyıda mı olduğunu anlamaya çalışıyorsun. Fakat bir atlasan denize.. ve fark etsen ki sandaldaymış mutluluk.. çok korkuyorsun. Onu yeniden bulamayacağını biliyorsun. Bir an görsen.. hatta ona doğru ilerlesen bile sen her kulaç attığında kollarından uzanan dalgaların onu senden uzaklaştıracağını biliyorsun. Bu yüzden de bırakamıyorsun kendini denize. Bir gün bir fırtına çıkar belki, sandal artık dayanamaz olur, öyle yıpranır ki alabora olur diyorsun. Bundan hem korkuyor hem de nasıl olsa suçlayamam kendimi diye, sanki umut ediyorsun.
Şimdi Melis'in sesiyle on yılın arasında savrulurken aklımdakiler döküldü. Onlu yaşlarımı küçümserken sandaldı, denizdi, yirmili yaşlarımdan da büyük laflar ettim yine. Melis'in aklı karışacak, biliyorum. Sabrediyoruz be canım. Az kaldı. Bir rakı masası kuracağız Ankara'nın puslu sokaklarına inat yanan sarı lambamızın altında. O zaman on yılı on kez konuşacağız.

4 Şubat 2020 Salı

Bestelerler



Yeşilçam sahnesinden fırlamış gibi kondun kalbime

Tanıştım, kaynaştım oturttum kalbimin köşelerine
Bilemem bu uzaklar nasıl çekilir
Böyle giderse
Özlemekten özlemekten özlem kalpten

Biri var, kendini hatırlatır kalbim aptal
Hisseder, dokunuşu kokusu işler hücrelere
Hoop, normale dönecektim
Geldi birden uçak biletiyle

Ağlasak üzülsek bile, severiz no te preocupe
Bir zaman sonra rayına girer
No woman no cry dramatize etme
Sevgi kazansın bu şarkı da aşkıma benden hediye

13 Ocak 2018 Cumartesi

-viski-

İlk kez evin sessizliğine ve sokağın sesine yaslandım, öyle yazıyorum. Normalde ya şarap ya da rakı içerdim, şimdi evde viski buldum. Galiba bazı şeylere alışkanlık demek doğru değil. İnsan her şeyden vazgeçebilecek kadar özgür olmalı, kendinden bile. Ama hangimiz öyleyiz ki? Değil mi? 
Bağlılıklarımı düşünüyorum. Hayatta bazı şeylere neden sorusunu sordunuz mu cevap alamazsınız. Boyumdan büyük laflar ediyormuşum gibi duruyor, biliyorum. Ama edeceğim. Sükunetim bana bir şey kazandırmayacak buralarda. Neden diye sorarsınız, cevap alamazsınız. Birazcık özensizlik tüketir insanı. Değersizlik çürütür. Hele de emin olamamak, geçmiş olsun.
Her cevap soru işaretinden daha iyidir derler, sanırım henüz aksini yaşamadım. Ne olacaksa olsun dedirten, ben nasıl böyle sorular sorar oldumun kölesi kılan saçma sapan vakitler. Ben de şimdi saçma sapan cümleler kuruyorum. Fakat değişmeyen bir şey var ki hâlâ kısa cümleler kuramıyorum ve hâlâ bazı düzeltme işaretlerinden vazgeçemiyorum. 
Sen kimsin? Hayır, sahiden. Artistik bir yazar çıkışı yapmıyorum öyle okuruna seslenip. Zaten ben de yazar değilim. Ben yazar olmadığıma göre sen de okur değilsin, üzgünüm. Sahiden sen kimsin? Günün bu saatinde benim gecenin ikisinde içim sıkıldığı için klavye başına oturup aklıma düşenleri döktüğüm yazı bozuntusunu okumaktansa yapacak daha iyi bir işin yok mu? Cevap hayır ise gel devam edelim. Evet ise seni egonla baş başa bırakıyorum. Sinir bozucuyum değil mi? Bence de ama zaten muhtemelen artık sen gittin ve seninle devam ediyoruz yola. 
Hadi bana bir anlat gözünü seveyim, madem benimle kaldın, benim de sana sorularım var. Kendini mantıksız bulduğun oluyor mu? Peki ya mantıksız bulmana rağmen aynı şeyleri aptalca tekrar ettiğin? Önyargılı soruyormuşum gibi duruyor ama şu ana kadar anlamışsındır ki hem sinir bozucuyum hem de sözüme güven olmaz. Bolca da ayıp ediyorum şu hayatta. O yüzden bildiğin doğrularla yanıtla. Bilmiyorsan da bilmiyorum de. Gerçi bizim buralarda yalan söyleyeni değil bilmiyorum diyeni kovuyorlar bizim köyden. Dokuzuna gücümüz yetmiyor. 
Fırtına var sanırım dışarıda. Camlar zorlanıyor, kırılmaz değil mi? Yok, bu cevap beklediğim bir soru değildi, kendimi sakinleştiriyorum sadece. Zaten gerilmene gerek yok, sen ve ben aynı yerde değiliz şimdi. Olsak bilirdim, henüz o kadar delirmedim. Evet bazen ben de korkuyorum yalnızlıktan. Eskiden "yalnız, yalın-ız, yalın kelimesi bunca sevilirken nedir derdiniz bir ünlü düşmesiyle?" gibi yine boyumdan büyük cümleler kurardım. Bakma belki bundan iki satır sonra da kurarım, bilmiyorum. En nihayetinde edebiyat yapmaya çalışıyoruz, öyle değil mi? 
Değil. Aslında ben edebiyat yapmak için oturmadım bilgisayarın başına. Çok daha faydalı işler yapmak istedim. Edebiyatçılar alınmasınlar, ama ben kendimde bir faydasını göremedim. Sadece kafamın içindeki sesleri daha da uyandırıyor, bu da benim canımı sıkıyor. Tüm hafta o seslerle ben uğraşmak zorunda kalıyorum. 
Ne anlattım bilmiyorum? Sen hâlâ benimle misin?
Peki, madem sen de gittin. Artık sakınacak sözüm kalmadı, zaten bilmiyorum evvelinde var mıydı? Yorulmaya, alınmaya, gücenmeye, kırılmaya, üzülmeye, kızmaya müsaade edin. Bunlar müsaade edilmedikçe kendilerine yol bulan, sizi içten içe kemiren, o emin olamama duygusu, ben böyle biri miydim sorusu, nasıl kendime çeki düzen vermeliyim saçmalığı kadar kuvvetlidir, lanetlidir. 
Ne anlıyorlar bu içkiden anlamıyorum, sadece yüzümü ekşitiyor, içimi yakıyor. Dışarıda deli bir yağmur var, saat ilerledikçe uykum kaçıyor yine. Zaten tek başıma olduğum vakitlerde günü ışıtmadan yatağa gitme huyum olmadı hiç. Yapacak bir şey, canımı sıkacak bir mesele buluyorum. Kararlarımı verme yetkimi benden alsanız çok daha sağlıklı bir hayatım olurdu muhtemelen. Ama siz de az hıyar değilsiniz. Ne bunu yapıyorsunuz ne de kendinizi sağlıksızlığıma yorum yapmaktan alıkoyuyorsunuz. Birilerine kızmam gerekince hepinize sesleniyorum. Artistik bir yazar çıkışı bu kez. Ama yazar olmadığım için çuvallıyorum, hadi yorum yapın. 
Yalnızca içimdeki sesleri uyandırdım yine. Fırtına da arttı, artık sesi ürkütüyor, gitmeliyim. Bu yazdıklarım da gitmeli benimle ama silemeyeceğim kadar çoklar artık. Ben bir şey anlatmadım bu yazıyla, anlam çıkarmayın. Çünkü ne bu bir yazıydı, ne de onu ben yazdım.

13 Ağustos 2017 Pazar

01.06.2016-14.08.2017

Uyandı.
Bir yabancılaşma ânı.. Dün ne olmuştu? Bugün ne olacaktı? Neredeydi? Nasıl yaşanıyordu? Bir süre bunlar geçti kafasından..sonra bir bir hatırladı..en azından bu sorulara verebileceği olası yanıtları, kötü hissetti. Kötü kokuyordu. Kalktı, başı döndü, bir yere tutunup pencereyi açtı. Temiz havayı içine çekmeye çalıştı fakat şehir daha da kötü kokuyordu, ciğerlerinin yandığını hissetti. Mutfağa yürüdü, dolabı açıp vodka şişesindeki suyu ağzına dayadı, şişeyi yarıladı, boğazı acıdı, kalan suyu bir bardağa koyup salona geçti. Koltuğa oturdu ağır hareketlerle, önünde serili her şeyin tek ortak özelliğinin yarım olmaları durumu sinirini bozdu. Elini yandaki sehpaya uzatıp kafasını çevirmeden, büyük bir alışkanlıkmışçasına ilaç şişesini aldı, ağzına bir tane atıp bardaktaki suyu bitirdi. Önündeki yarım kalanlardan tütünü seçti; küllükteki yarım tütünü alıp yaktı, bir nefes çekip söndürdü. Vazgeçti. O ân önündeki her şeyden, bulunduğu yerden, eylemsizlik hâlinden.. vazgeçti. Kalktı; bedeninin kaldırabileceğinden daha atik bir hareketti bu kalkış, başı döndü, aldırmadı. Emin adımlarla mutfağa yürüyüp büyük boy çöp poşeti rulosundan siyah bir çöp poşeti kopardı. Salona yürüdü, sehpanın üzerindekilere baktı: kötü kokuyordu, her şey. Masanın üzerinde yarım ne varsa hepsini elindeki çöp poşetine attı: yarısı yenmiş çikolata, yarısı içilmiş sigaralarla dolu küllük, yarısı yenmiş makarna, yarısı yarım kalmış bir öyküyle doldurulmuş kağıt, yarısı tükenmiş silgi yarısı tükenmiş tükenebilir kurşun kalem. Yarısı boş şarap bardağını da alıp tabaklarla beraber mutfağa götürdü. Yıkamaya başladı, kötü kokuyordu, daha fazla cam açması gerekti, mutfağınkini de açtı, ayakları üşüdü. Mutfağı temizledikten sonra salona geçti, elindeki bezle ortadaki sehpayı sildi, artık üzerinde yarım kalmış hiçbir şey yoktu. İçi biraz olsun rahatlamaya başlamıştı, koltuğun üzerindeki battaniyeyi aldı, camı açtı, silkeledi, camı açık bıraktı. Banyoya koştu, sonra sabah olalı beri ilk defa aynada kendisiyle göz göze geldi, berbat görünüyordu. Aynaya bakınca kendini sevmediğini düşündü, bununla gurur duydu. Üzerindekileri bir bütün olarak çıkarıp çamaşır sepetine attı. Duşa girdi. Yıkanırken bedeninin yorgunluğunu daha da ağır hissetmeye başlamıştı, bu durum daha da sinirini bozdu. Yine yüksek sesle konuşmaya başladı:
Ne yapıyorum ki ben bu hayatta? Ne bir kavgam ne bir sevdam var.. Kendime verdiğim sözleri tutmuyor, insan ilişkilerinden kaçıyorum. Kabuğuma çekiliyorum hep. Kabuğuma çekiliyor olmaktan mutluymuşum gibi davranıyorum çevremdekilere. Ama ben o kabuğun içinde kendimle bile anlaşamıyorum. İnadına vuruyorum duvarlarıma, ama yıkamıyorum. Yoruluyorum. Ya biri gelip yıkacak bu duvarları, ya da gizli bir tünel bulacağım ve beni geride bırakarak kaçıp gideceğim. Ay! Lanet soğuk fayans. Gerçeklikle karşılaşma ânı yaşadı, utandı, yaşadığına.. Duşa girmek iyi gelmemişti, kendisiyle konuşacak vakit bulmak iyi gelmiyordu.
Duştan çıkınca bir soğuk sardı etrafını, teker teker camları kapattı, tekrar banyoya gidip dişlerini fırçaladı, neyseki dişlerini fırçalarken konuşamıyordu. Odasına geçti, üzerini giymeye başladı. Mor sütyenini seçti çekmeceden, ince beyaz bir bluz giydi üstüne, koyu renk kotunu çamaşırlıktan aldı, yeni yıkanan kıyafetlerin içine girme ânı, tam da ihtiyacım olan şey (!).. Yeşil yün hırkasını geçirdi sırtına, saçlarını taradı, biraz göz kalemi.. Bornozunu banyo kapısının arkasına astıktan sonra salona geçti, her yeri derli toplu görmek iyi geldi, hayatını düzene sokmayı evinden başlatıyordu. Portmantodan çantasını aldı, telefonunu çantasının içine attı, kapı girişine bıraktığı çöp torbasını alıp evden çıktı, iki kez kilitledi kapıyı. Sokaklara akşam çökmeye başlamıştı.. Elindeki çöp torbasını konteynıra attı, ana caddeye çıkıp banka ATM'sinin önünde durdu, Evet, işte bu! Tam zamanında. Son yaptığı tashihin parası yatırılmıştı, bir kısmını çekti, yürümeye devam etti.
Birkaç kitapçı dolaştı, bir iki albüm satın aldı... İyice kararmıştı hava, ara sokaklardan birine girip köşeyi döndü, mekâna girip iki kişilik masalara baktı sonra vazgeçti, gidip bar kenarına oturdu. Canı rakı içmek istedi, şişe bira sipariş etti.
Dünkü konuşmalar geçti aklından. Aldatılmak? İhanet? Doğru sözcükleri bulamıyordu. Fakat ağır geliyordu. İnancını yitirmesine sebep olmuştu. Zaten yitmeye meyilliydi. Daha fazlasını yitirmek istemediğini düşündü tekrar. Nasıl toparlanacaktı gibi sorular sormak istemiyordu kendine. Öylesi ağır geliyordu. Bira şişesinin üzerindeki kağıtla oynamaya başladı. İlk kez kapılmıştı. Duvarlarını yıkabileceğini düşünmüştü. Fakat bu kez farklı sonuçlandı.
Biranın markasını küllüğe attı. Tütün kesesinden filtresini çıkartıp dudağının kenarına yerleştirdi. Tütünü sararken çevresini izlemeye başladı. Uyandığından beri ilk kez başka insanların ayırdına varmıştı. Bu çevrede herkes kendini Hikmet zannediyor. Bense Lahzen. Ama hiçbirimiz onlar değiliz, sahte bir deliriş bizimki diye düşündü. Bir sahne seçiyoruz kendimize, debelenip duruyoruz üzerinde. Sigarasını yaktı.
Kimileri intikam almak ister, kimileri özgüvenini yitirir, kimileri güvenini. Fakat tüm bunların öyküyü devam ettireceğini biliyordu. O ise bitirmek istiyordu.
Birasını yarım bırakıp kalktı masadan. Bugün yarım bırakmak için son bir şansı kalmıştı, onu da kullandı. Sokağı bitirip caddeye çıktı, geniş ara sokaklardan birini görene dek yürüdü. Bir mekânın içinden geçerek diğerine çıktı. Cam kenarında bir masaya oturdu. Peynir, patlıcan, kavun bir de 20lik sipariş etti. Şimdi kendini dinlemeye değil çevresine odaklanmaya karar verdi. Müziğin sözlerini anlayabilmeyi umdu, Rumca öğrenmeyi hep istemişti ama istediği birçok şey gibi ileride “hep istemişimdir.” diyecekleri listesindeydi. Çevresine baktı. Ne gördüyse yazmaya başladı. Yan masadaki çift, orta masadaki arkadaş grubu...hikâyelerini tahmin etmeye, tıkandığı yerde de hikâyeler biçmeye başladı. Kafasında onca hikâye arasında kendisininki unuttu.

Unutmayı başarmıştı, bir öykü ancak unutulduğu vakit biterdi, biliyordu. Unutturdu.

6 Ocak 2017 Cuma

Değişen biz miyiz, yoksa hayatlarımız mı?

Yine bir yerlere hapsettiğim yazılarımdan birinde şu cümleleri buldum:

"Ben bu sene susmayı öğrendim.
Yine dilimden düşemeyen sözler tırmandı gözlerime..
...
Ben bu sene, tanıdıklarımı tanımamak, tanındıklarımca tanınmamak istedim.
Olmadı..
İnsanları görmemek, insanlarla konuşmamak istedim.
Olmadı..
Yalnızlaşmak istedim.
Ben bu sene etrafındaki kalabalık ile nasıl yalnızlaşılır onu öğrendim.
Ben bu sene
Bunca şeyi öğrenirken hep bir parça kaybettim.
Her öğrenilenin kaybedilen bir parça, en tam olanımızın en cahil cühela olduğunu öğrendim!..
Öğrendikçe eksildim.
..."

Yirmi yedi nisan iki bin on dört tarihinde yazmışım.. Şimdi dönüp bakınca neye öfkelenmişim bunca, emin olamıyorum..

Kimi zaman eski yazılarıma bakar, kısa vakitte yaşadığım büyük değişimlere hayret ederim.. Bu şekilde ipin ucunu kaçırdığım hayatımdan haberdar olabiliyormuşum gibi geliyor. Mesela yirmi sekiz ağustos iki bin on altı tarihli bir yazımı da şöyle bitirmişim:

"Okunaklı yazamadığım gibi okunaklı düşünemiyorum da bu gece.. öyleyse gitme vakti, iyi geceler dilerim.
(Dönüp okuyan Ezgi, sana zor bir zaman yaşattım biliyorum. Ama ben de zor zamanlar yaşıyorum. Umarım anlayabilmişsindir.. Artık havalar nasıl?)"

Anlayabiliyorum Ezgi.. hatta sana büyük bir içtenlikle sarılmak istiyorum. Artık havalar daha iyi. Uzun yıllardır sana dönüp baktığımda sıklıkla hayatında bir boşluk hatta kimi zaman hayatındaki tek boşluk olarak tanımladığına şahit olduğum kalbini keşfettin.. Sana bunun müjdesiyle sarılıp "Artık havalar güzel be canım.." demek isterdim. Ama fazlasıyla şizofrenik kaçacak..


Değişen biz miyiz? Yoksa değişen hayatlarımız mı?
Bu ikili sorunun kesin bir yanıtı var mıdır bilmem ama benim tek bildiğim şey yetişemediğim.. Kimi zaman hayatımdan önde gidiyorum ve uyum sağlayamıyorum var olana.. Kimi zaman da öyle hızlı değişiyor ki her şey, ben kalabalığın arasında itilip kakılan, üstelik uykudan yeni uyanmış biri gibi sürükleniyorum oradan oraya.. Son zamanlarda "her şey o kadar hızlı değişiyor ki"nin de ötesine taştı olup bitenler, ucunu kaçırdım sahiden, oturdum izliyorum. Bildiğim tek bir şey var, artık "mutluluk, huzur" gibi ucu açık ve yalın beklentilerim olmadığı. Ben artık kiminle olmak istediğimi, ne yapmak istediğimi, nerede olmak istediğimi biliyorum. Saf bir mutluluk getirisi aramayın tüm bu kendinden emin tavrın arkasında.. Metaforlara başvurmak hep iyi gelmiştir derdimi anlatırken. Fakat şimdi sahiden hayatımdaki gerçeklik oturunca yazıya, metaforlar kaçıştı oradan oraya.. Demem o ki, artık hayatımın hızına yetişmekte zorlansam da geleni kabul edip arzularımın da hedeflerimin de düşüncelerimin de var oluş sancılarına direniyorum. Zaten varlığını sürdürmek en sahici kazanım değil mi son vakitlerde?

Bak ne diyeceğim Ezgi (burada yazının en başında yer verdiğim yedi nisan iki bin on dörtten konuğumuz Ezgi'ye sesleniyorum), boşver şimdi bu büyük laflarımı.. Hadi çık o öfkenden, sana güzel haberlerim var..

Ben bu sene hayatımda ilk kez şairleri anladım.. 
Öyle bir zamanda gelirmiş ki vazgeçmek mümkün olmazmış, Orhan Veli'nin bir ânda karşımıza çıkıvermesinden mi bilmem ama anlamak zaman almadı, vazgeçmek mümkün olmadı
Bir gülüşün her ânı nasıl olur da bir akla işlenir, bilmezdim, bir bir işledim..
Bir insanı soluğundan öpmek nasıl olur? İlla iddiada bir "y" kaybetmeye gerek yokmuş, bir soluğa düştüm, anladım.
İçimize bir karanfil düşebilirmiş rakı içersek beraber ve sonrasında sessizce birleşmek gerekirmiş, yoksa nasıl der -ken karanfil elden ele..
Sonra öyle bir hırsla sevmek varmış ki, "Öyle güzelsin ki o kadar olur!" diye haykırasın gelirmiş..
ve öğrendim ki ne günah işlediysek yarı yarıya kesilirmiş..
Kim istemez mutlu olmayı, ama mutsuzluğa da var mısın? beylik bir soruyken benim için, şimdi cevabı soruda gizlenmiş..
Bir öpsem ikinin hatrı kalmış, iki öpsem üçün boynu bükük..
İşte sonrası iyilik güzellik,
hep iyilik güzellik be Ezgi

Velhasıl değişen hayatım mıdır sadece yoksa ben mi bilmem ama son zamanların yorgunluğuna rağmen ve kimi zaman da ilaveten güzel bir çift göz var ki hayatımda, iyi geliyor.

Eski yazdıklarıma dönüp hayatımdaki değişikliklere tanıklık ettim bu gece ve saat itibariyle yedi ocak iki bin on yediden de bir başka vakit dönüp bakan Ezgi'ye bildiriyorum ki hayat güzel..

Kalemim köreldi, sözüm tıkandı. Hayatımdaki ilklerin ardına, sizlerin affınıza sığınıyorum. Olmaz dersiniz belki diye şimdi gidiyorum, okumam lâzım daha kırk fırın, biliyorum. Fakat yarım kalmışlara bir son yazmaya başlamak gerekti, böylesi mümkünmüş..

iyi sabahlar dilerim..