13 Ağustos 2017 Pazar

01.06.2016-14.08.2017

Uyandı.
Bir yabancılaşma ânı.. Dün ne olmuştu? Bugün ne olacaktı? Neredeydi? Nasıl yaşanıyordu? Bir süre bunlar geçti kafasından..sonra bir bir hatırladı..en azından bu sorulara verebileceği olası yanıtları, kötü hissetti. Kötü kokuyordu. Kalktı, başı döndü, bir yere tutunup pencereyi açtı. Temiz havayı içine çekmeye çalıştı fakat şehir daha da kötü kokuyordu, ciğerlerinin yandığını hissetti. Mutfağa yürüdü, dolabı açıp vodka şişesindeki suyu ağzına dayadı, şişeyi yarıladı, boğazı acıdı, kalan suyu bir bardağa koyup salona geçti. Koltuğa oturdu ağır hareketlerle, önünde serili her şeyin tek ortak özelliğinin yarım olmaları durumu sinirini bozdu. Elini yandaki sehpaya uzatıp kafasını çevirmeden, büyük bir alışkanlıkmışçasına ilaç şişesini aldı, ağzına bir tane atıp bardaktaki suyu bitirdi. Önündeki yarım kalanlardan tütünü seçti; küllükteki yarım tütünü alıp yaktı, bir nefes çekip söndürdü. Vazgeçti. O ân önündeki her şeyden, bulunduğu yerden, eylemsizlik hâlinden.. vazgeçti. Kalktı; bedeninin kaldırabileceğinden daha atik bir hareketti bu kalkış, başı döndü, aldırmadı. Emin adımlarla mutfağa yürüyüp büyük boy çöp poşeti rulosundan siyah bir çöp poşeti kopardı. Salona yürüdü, sehpanın üzerindekilere baktı: kötü kokuyordu, her şey. Masanın üzerinde yarım ne varsa hepsini elindeki çöp poşetine attı: yarısı yenmiş çikolata, yarısı içilmiş sigaralarla dolu küllük, yarısı yenmiş makarna, yarısı yarım kalmış bir öyküyle doldurulmuş kağıt, yarısı tükenmiş silgi yarısı tükenmiş tükenebilir kurşun kalem. Yarısı boş şarap bardağını da alıp tabaklarla beraber mutfağa götürdü. Yıkamaya başladı, kötü kokuyordu, daha fazla cam açması gerekti, mutfağınkini de açtı, ayakları üşüdü. Mutfağı temizledikten sonra salona geçti, elindeki bezle ortadaki sehpayı sildi, artık üzerinde yarım kalmış hiçbir şey yoktu. İçi biraz olsun rahatlamaya başlamıştı, koltuğun üzerindeki battaniyeyi aldı, camı açtı, silkeledi, camı açık bıraktı. Banyoya koştu, sonra sabah olalı beri ilk defa aynada kendisiyle göz göze geldi, berbat görünüyordu. Aynaya bakınca kendini sevmediğini düşündü, bununla gurur duydu. Üzerindekileri bir bütün olarak çıkarıp çamaşır sepetine attı. Duşa girdi. Yıkanırken bedeninin yorgunluğunu daha da ağır hissetmeye başlamıştı, bu durum daha da sinirini bozdu. Yine yüksek sesle konuşmaya başladı:
Ne yapıyorum ki ben bu hayatta? Ne bir kavgam ne bir sevdam var.. Kendime verdiğim sözleri tutmuyor, insan ilişkilerinden kaçıyorum. Kabuğuma çekiliyorum hep. Kabuğuma çekiliyor olmaktan mutluymuşum gibi davranıyorum çevremdekilere. Ama ben o kabuğun içinde kendimle bile anlaşamıyorum. İnadına vuruyorum duvarlarıma, ama yıkamıyorum. Yoruluyorum. Ya biri gelip yıkacak bu duvarları, ya da gizli bir tünel bulacağım ve beni geride bırakarak kaçıp gideceğim. Ay! Lanet soğuk fayans. Gerçeklikle karşılaşma ânı yaşadı, utandı, yaşadığına.. Duşa girmek iyi gelmemişti, kendisiyle konuşacak vakit bulmak iyi gelmiyordu.
Duştan çıkınca bir soğuk sardı etrafını, teker teker camları kapattı, tekrar banyoya gidip dişlerini fırçaladı, neyseki dişlerini fırçalarken konuşamıyordu. Odasına geçti, üzerini giymeye başladı. Mor sütyenini seçti çekmeceden, ince beyaz bir bluz giydi üstüne, koyu renk kotunu çamaşırlıktan aldı, yeni yıkanan kıyafetlerin içine girme ânı, tam da ihtiyacım olan şey (!).. Yeşil yün hırkasını geçirdi sırtına, saçlarını taradı, biraz göz kalemi.. Bornozunu banyo kapısının arkasına astıktan sonra salona geçti, her yeri derli toplu görmek iyi geldi, hayatını düzene sokmayı evinden başlatıyordu. Portmantodan çantasını aldı, telefonunu çantasının içine attı, kapı girişine bıraktığı çöp torbasını alıp evden çıktı, iki kez kilitledi kapıyı. Sokaklara akşam çökmeye başlamıştı.. Elindeki çöp torbasını konteynıra attı, ana caddeye çıkıp banka ATM'sinin önünde durdu, Evet, işte bu! Tam zamanında. Son yaptığı tashihin parası yatırılmıştı, bir kısmını çekti, yürümeye devam etti.
Birkaç kitapçı dolaştı, bir iki albüm satın aldı... İyice kararmıştı hava, ara sokaklardan birine girip köşeyi döndü, mekâna girip iki kişilik masalara baktı sonra vazgeçti, gidip bar kenarına oturdu. Canı rakı içmek istedi, şişe bira sipariş etti.
Dünkü konuşmalar geçti aklından. Aldatılmak? İhanet? Doğru sözcükleri bulamıyordu. Fakat ağır geliyordu. İnancını yitirmesine sebep olmuştu. Zaten yitmeye meyilliydi. Daha fazlasını yitirmek istemediğini düşündü tekrar. Nasıl toparlanacaktı gibi sorular sormak istemiyordu kendine. Öylesi ağır geliyordu. Bira şişesinin üzerindeki kağıtla oynamaya başladı. İlk kez kapılmıştı. Duvarlarını yıkabileceğini düşünmüştü. Fakat bu kez farklı sonuçlandı.
Biranın markasını küllüğe attı. Tütün kesesinden filtresini çıkartıp dudağının kenarına yerleştirdi. Tütünü sararken çevresini izlemeye başladı. Uyandığından beri ilk kez başka insanların ayırdına varmıştı. Bu çevrede herkes kendini Hikmet zannediyor. Bense Lahzen. Ama hiçbirimiz onlar değiliz, sahte bir deliriş bizimki diye düşündü. Bir sahne seçiyoruz kendimize, debelenip duruyoruz üzerinde. Sigarasını yaktı.
Kimileri intikam almak ister, kimileri özgüvenini yitirir, kimileri güvenini. Fakat tüm bunların öyküyü devam ettireceğini biliyordu. O ise bitirmek istiyordu.
Birasını yarım bırakıp kalktı masadan. Bugün yarım bırakmak için son bir şansı kalmıştı, onu da kullandı. Sokağı bitirip caddeye çıktı, geniş ara sokaklardan birini görene dek yürüdü. Bir mekânın içinden geçerek diğerine çıktı. Cam kenarında bir masaya oturdu. Peynir, patlıcan, kavun bir de 20lik sipariş etti. Şimdi kendini dinlemeye değil çevresine odaklanmaya karar verdi. Müziğin sözlerini anlayabilmeyi umdu, Rumca öğrenmeyi hep istemişti ama istediği birçok şey gibi ileride “hep istemişimdir.” diyecekleri listesindeydi. Çevresine baktı. Ne gördüyse yazmaya başladı. Yan masadaki çift, orta masadaki arkadaş grubu...hikâyelerini tahmin etmeye, tıkandığı yerde de hikâyeler biçmeye başladı. Kafasında onca hikâye arasında kendisininki unuttu.

Unutmayı başarmıştı, bir öykü ancak unutulduğu vakit biterdi, biliyordu. Unutturdu.

6 Ocak 2017 Cuma

Değişen biz miyiz, yoksa hayatlarımız mı?

Yine bir yerlere hapsettiğim yazılarımdan birinde şu cümleleri buldum:

"Ben bu sene susmayı öğrendim.
Yine dilimden düşemeyen sözler tırmandı gözlerime..
...
Ben bu sene, tanıdıklarımı tanımamak, tanındıklarımca tanınmamak istedim.
Olmadı..
İnsanları görmemek, insanlarla konuşmamak istedim.
Olmadı..
Yalnızlaşmak istedim.
Ben bu sene etrafındaki kalabalık ile nasıl yalnızlaşılır onu öğrendim.
Ben bu sene
Bunca şeyi öğrenirken hep bir parça kaybettim.
Her öğrenilenin kaybedilen bir parça, en tam olanımızın en cahil cühela olduğunu öğrendim!..
Öğrendikçe eksildim.
..."

Yirmi yedi nisan iki bin on dört tarihinde yazmışım.. Şimdi dönüp bakınca neye öfkelenmişim bunca, emin olamıyorum..

Kimi zaman eski yazılarıma bakar, kısa vakitte yaşadığım büyük değişimlere hayret ederim.. Bu şekilde ipin ucunu kaçırdığım hayatımdan haberdar olabiliyormuşum gibi geliyor. Mesela yirmi sekiz ağustos iki bin on altı tarihli bir yazımı da şöyle bitirmişim:

"Okunaklı yazamadığım gibi okunaklı düşünemiyorum da bu gece.. öyleyse gitme vakti, iyi geceler dilerim.
(Dönüp okuyan Ezgi, sana zor bir zaman yaşattım biliyorum. Ama ben de zor zamanlar yaşıyorum. Umarım anlayabilmişsindir.. Artık havalar nasıl?)"

Anlayabiliyorum Ezgi.. hatta sana büyük bir içtenlikle sarılmak istiyorum. Artık havalar daha iyi. Uzun yıllardır sana dönüp baktığımda sıklıkla hayatında bir boşluk hatta kimi zaman hayatındaki tek boşluk olarak tanımladığına şahit olduğum kalbini keşfettin.. Sana bunun müjdesiyle sarılıp "Artık havalar güzel be canım.." demek isterdim. Ama fazlasıyla şizofrenik kaçacak..


Değişen biz miyiz? Yoksa değişen hayatlarımız mı?
Bu ikili sorunun kesin bir yanıtı var mıdır bilmem ama benim tek bildiğim şey yetişemediğim.. Kimi zaman hayatımdan önde gidiyorum ve uyum sağlayamıyorum var olana.. Kimi zaman da öyle hızlı değişiyor ki her şey, ben kalabalığın arasında itilip kakılan, üstelik uykudan yeni uyanmış biri gibi sürükleniyorum oradan oraya.. Son zamanlarda "her şey o kadar hızlı değişiyor ki"nin de ötesine taştı olup bitenler, ucunu kaçırdım sahiden, oturdum izliyorum. Bildiğim tek bir şey var, artık "mutluluk, huzur" gibi ucu açık ve yalın beklentilerim olmadığı. Ben artık kiminle olmak istediğimi, ne yapmak istediğimi, nerede olmak istediğimi biliyorum. Saf bir mutluluk getirisi aramayın tüm bu kendinden emin tavrın arkasında.. Metaforlara başvurmak hep iyi gelmiştir derdimi anlatırken. Fakat şimdi sahiden hayatımdaki gerçeklik oturunca yazıya, metaforlar kaçıştı oradan oraya.. Demem o ki, artık hayatımın hızına yetişmekte zorlansam da geleni kabul edip arzularımın da hedeflerimin de düşüncelerimin de var oluş sancılarına direniyorum. Zaten varlığını sürdürmek en sahici kazanım değil mi son vakitlerde?

Bak ne diyeceğim Ezgi (burada yazının en başında yer verdiğim yedi nisan iki bin on dörtten konuğumuz Ezgi'ye sesleniyorum), boşver şimdi bu büyük laflarımı.. Hadi çık o öfkenden, sana güzel haberlerim var..

Ben bu sene hayatımda ilk kez şairleri anladım.. 
Öyle bir zamanda gelirmiş ki vazgeçmek mümkün olmazmış, Orhan Veli'nin bir ânda karşımıza çıkıvermesinden mi bilmem ama anlamak zaman almadı, vazgeçmek mümkün olmadı
Bir gülüşün her ânı nasıl olur da bir akla işlenir, bilmezdim, bir bir işledim..
Bir insanı soluğundan öpmek nasıl olur? İlla iddiada bir "y" kaybetmeye gerek yokmuş, bir soluğa düştüm, anladım.
İçimize bir karanfil düşebilirmiş rakı içersek beraber ve sonrasında sessizce birleşmek gerekirmiş, yoksa nasıl der -ken karanfil elden ele..
Sonra öyle bir hırsla sevmek varmış ki, "Öyle güzelsin ki o kadar olur!" diye haykırasın gelirmiş..
ve öğrendim ki ne günah işlediysek yarı yarıya kesilirmiş..
Kim istemez mutlu olmayı, ama mutsuzluğa da var mısın? beylik bir soruyken benim için, şimdi cevabı soruda gizlenmiş..
Bir öpsem ikinin hatrı kalmış, iki öpsem üçün boynu bükük..
İşte sonrası iyilik güzellik,
hep iyilik güzellik be Ezgi

Velhasıl değişen hayatım mıdır sadece yoksa ben mi bilmem ama son zamanların yorgunluğuna rağmen ve kimi zaman da ilaveten güzel bir çift göz var ki hayatımda, iyi geliyor.

Eski yazdıklarıma dönüp hayatımdaki değişikliklere tanıklık ettim bu gece ve saat itibariyle yedi ocak iki bin on yediden de bir başka vakit dönüp bakan Ezgi'ye bildiriyorum ki hayat güzel..

Kalemim köreldi, sözüm tıkandı. Hayatımdaki ilklerin ardına, sizlerin affınıza sığınıyorum. Olmaz dersiniz belki diye şimdi gidiyorum, okumam lâzım daha kırk fırın, biliyorum. Fakat yarım kalmışlara bir son yazmaya başlamak gerekti, böylesi mümkünmüş..

iyi sabahlar dilerim..